Nilgün Yalım Eren
Sahip Olmak ya da Olmak (2.Bölüm)
Erich Fromm (1900-1980)
Almanya doğumlu Amerikalı antropolog, sosyal felsefeci, tarihçi ve psikanalist olan Fromm’un bu kitabı dünyanın ve insanın içinde bulunduğu durumu çok iyi tespit ediyor ve bu bunalımın nedenlerini çözümleyerek bizlere çağın anahtarını veriyor. Gelecekte var olmayı sürdürebilmemiz ve insan soyunun yeniçağa ayak uydurabilmesi için tek bir yol, tek bir seçenek vardır:”Sahip Olmak’tan, Olmak’a geçmek.”
“Yapmaya giden yol, olmaktan geçer” Lao-Tse
Günlük Yaşamdaki Görünümleri ile "Sahip Olmak" ile Olmak (2 devam)
Aşağıda günlük yaşamdan verilecek bazı basit örnekler, “sahip olmak” ve “olmak” ın deneysel biçimleriyle tanışmamızı, böylece bu iki kavramın ne anlama geldiğini anlamamızı sağlayacaktır.
Otorite Uygulaması
Buradaki incelik, bir otoriteye sahip olma ve otoriter olma arasındaki farkta gizlidir. Hemen herkes, yaşamının bir döneminde otorite uygulamıştır. Çocuk yetiştiren bir insan, onu tehlikelerden koruyabilmek için istemese de otoriter olmak zorundadır.
Otorite kavramı çok geniştir ve iki değişik anlamı vardır.
Akılcı Otorite: İnsana güvenir, onun gelişimini destekler ve “yetki” biçiminde ortaya çıkar.
Akıldışı Otorite: İktidar gibi yönetici güçlere sahip olmayı gerektirir ve kendi denetimi altında olanları sömürerek yaşamını sürdürür.
İlkel toplumlarda, o görevi hak eden ve kabul gören kişiler otorite sahibi olurdu. Göreve getirilirken dikkat edilen özellikler bazen tecrübe, bazen bilgelik, hoşgörü, incelik veya cesaret olurdu. Otoritenin dayanağı olan özelliklerin yitirilmesi durumunda otorite de sona ererdi.
“Olmak” ilkesine dayanan bir otorite ise diğer özelliklerinin yanında o kimsenin kişiliğine önem vermektedir. Bu şekilde kendisi ile bütünleşmiş olan böyle bir kişinin çevresine yayacağı otorite etkisi, tehdide, rüşvete veya emir vermeye bağlı değildir.
Bilmek
Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılık “ben bilgiye sahibim” ile “ben biliyorum” deyişlerinde ortaya çıkar. “Bilgiye sahip olmak” kullanılabilir bilginin mülkiyetinin o kişinin elinde olması demektir. “Bilmek” ise fonksiyoneldir ve üretici düşüncenin bir parçasıdır. Bilmek, yüzeyden köklere inmek, nedenleri araştırmak ve gerçeği tüm açıklığı ile “görmek” demektir.
Aydınlanmış olan Buda, insanları uyanmaya ve maddelere sahip olmanın mutluluk getireceği hayalinden kurtulmaya çağırmıştır. Peygamberler halklarına kendi elleri ile yaptıkları putlara tapmamalarını anlatmaya çalışmışlardır.
Hz. İsa “Gerçek sizi özgür kılacaktır!” demiş,
M. Eckhart ise, bilgiyi şöyle tanımlamıştır: “Bilgi belirli bir düşünce değildir. Bilgi tüm engelleri aşıp, tüm ilgi ve istekleri yok edip, çıplak ve açık bir biçimde Tanrı’ya koşmak ve ona ulaşıp bir olmaya çalışmaktır.”
Marx, hayalleri ama ondan önce bu hayalleri doğuran toplumsal ilişki biçimlerini yok etmek gerektiğini savunmuştur.
Freud ise insanın kendini tanıyabilmesinin tek yolunun, hayalleri ortadan kaldırıp, bilinçaltına gizlenen ve davranışları belirleyen gerçeklerin farkına varmak olduğunu söylemiştir.
Bütün bu düşünürlere göre önemli olan nokta insanın özgürleşmesidir. Bu yüzden hepsi toplumca benimsenen düşünce şemalarını şüpheyle karşılayıp, eleştirmişlerdir.
Eğitim sistemleri, insanlara bilgiye sahip olmayı öğretmektedir. Sahip olmaları gereken en az bilgi, işlerini iyi görmeleri için onlara yeterli olan bilgi düzeyi ile sınırlandırılır. Okullar bilgi paketleri üretmektedir ve bu açıdan birer üretim fabrikasına benzetmek mümkündür.
İnanç
“Sahip olmak ilkesinde inanç, akılcı bir kanıtı olmayan şeyler konusunda bir çözüme sahip olmaktır. Kişi bu durumda başkaları (özellikle bürokrasi) tarafından formüle edilmiş bazı klişeleri kendi inancıymış gibi benimser. Çünkü o bürokrasinin tutsağıdır ve güvenilebilir (!) bir güce inanmakla kendini emin hisseder. Böylesi bir inanç, büyük bir gruba girebilmek için satın alınan bir bilet gibidir.
Sahip olmak ilkesinde, yaşayacağımız en yüksek değerlerin tanımı olan Tanrı, bir put haline dönüşür. Bu durumda O’nda var olduğu söylenen özellikler, kişinin kendi içsel deneylerinden öylesine kopar ki, bunların politik doktrinlerden bir farkı kalmaz.
“Olmak” ilkesi açısından baktığımızda, inanca çok başka anlamlar verildiğini görürüz. Önce şu soruları soralım:
“İnsan inançsız yaşayabilir mi?”
“Bizler önce kendimize, sonra çevremizdekilere ve giderek birlikte yaşadığımız her insana inanmaya mecbur değil miyiz”
“Yaşamın kurallarına inanmadan var olabilir miyiz”
Cevapların “evet” olması halinde ortaya çıkan şey, inancı olmayan bir insanın umutsuz, yalnız ve korku dolu olacağıdır. “Olmak” kökenli inanç, belirli fikirlere inanmak yerine, bir içsel yönlenme biçimi ya da ortaya bir davranış, bir tavır koymak anlamına gelir. “İnancım var” demek yerine “inanç içindeyim” demek, daha doğru olacaktır.
İbranicede “inanç” sözcüğünün karşılığı “emin olmak” anlamına gelen “emuna” dır. “Amen” ise “eminim ki-hiç şüphesiz” anlamındadır. Emin olabilmesi için, kişinin önce karşısındaki insanı iyi tanıması, sonra da sevgi ile içsel bütünlük deneyimini yaşamış olması gerekmektedir.
Sevmek
Sevgiye sahip olunabilir mi? Eğer bu olabilseydi, sevginin maddesel olması ve saklanabilmesi gerekirdi. Ama sevgi böyle bir şey değildir. Sevgi bir eylemdir. Sevmek yaratıcı bir etkinliktir. Bir insana, varlığa ya da bir şeye ilgi duymayı, onu tanımak istemeyi, onu anlamayı, doğrulamayı ve onun yanındayken sevinç duyabilmeyi doğurur. Sevmek hem seven hem sevilen insanı canlandırmak, yaşam duygusunu arttırmak anlamına gelir.
Eğer sevgi “sahip olmak” türünde ele alınacak olursa, kendisine ait kılmak, denetim altında tutmak anlamına gelecektir. Bu durumda canlandırmak yerine boğucu, engelleyici ve kısırlaştırıcı bir eylem haline dönüşecektir.
Çoğu kez AŞK olarak belirtilen şey, sevme beceriksizliğini ve sevememeyi gizlemek için kullanılan maskeden başka bir şey değildir.
Evlilikte de aynı şey söz konusudur. Sevgiye veya toplumsal göreneklere dayalı evliliklere bakacak olursak, birbirlerini gerçekten seven çiftlerin azınlıkta olduğunu fark ederiz. Toplumsal görev duygusu, gelenekler, ekonomik çıkarlar, çocuklara olan ilgi, karşılıklı bağımlılık, korku ve bazen de birbirine duyulan nefret, genellikle “sevgi” olarak yaşanmaktadır.
Kaynak: Erich Fromm/Sahip Olmak ya da Olmak/Say Yayınları/İstanbul, 2019.